21 Eylül 2018 Cuma

ben dediğim kim?





Gabor Mate'yi dinliyorum, gözlerim kapalı.
O da Jaqueline Du Pre' i dinliyor, gözleri kapalı. yüzünde derin bir hüzün.
yüzünde ve sesindeki keder sanki üçyüz yıllık.
sanki bir insanın tek bir hayatta biriktirebileceğinden daha büyük bir keder.
hiç güldüğünü görmedim, 7 saat boyunca.
cool, ve derin bir keder taşıyor yüz ifadesinde.

bu kare onun Jaqueline Du Pre'i dinlerken ve bize dinletirken gözlerini kapatıp, oturduğu, durduğu tek zaman dilimi. sanırım 3-4 dakika kadar. 7 saat boyunca.

74 yaşında, çok tecrübeli, uzun yıllar insanlarla çalışmış, 4 kitap yazmış bir doktor.
söylediği her şey doğru ve daha önce duyduğum, eğitimlerini aldığım, okuduğum konular.
bana bilmediğim birşey söylemedi ama hatırlattı, hangilerinin nasıl da önemli olduklarını ve yeni bağlantıları hatırlamamı, tazelememi, detaylarıyla farketmemi sağladı.
ve bir ustanın onca saat koca bir salonun dikkatini üzerinde toplamayı başarmasını, sorulan her soruya sonsuz nezaketi ile gösterdiği hassasiyeti izlemenin zevkini tattırdı.                                                            

7 saatlik seminerde durmadan konuştu. aralarda özel soru soranlarla sohbet etti.
tuvalete gitti mi görmedim, sehpasına konmuş 6 şişe suyun çoğu duruyordu.
kendine dinlenme molası hakkı vermedi.
bize işkolik insanların hastalığa maruz kalma olasılıklarından bahsetti.
ve kendi bebekliğinde annesinden uzak kalmak zorunda olduğu bir zaman diliminden.
bir bebeğin annesinden ayrı kalmak zorunda kaldığında neler yaşadığını bağlanma teorilerinden biliyoruz. ona da öyle olmuş.
kendini değersiz hissetmesinin hikayesini buraya bağladı.
Yahudi atalarının başına gelenlerle ona aktarılmış değersizlik hislerinden ve bir ırka ait büyük bastırılmış öfkeden bahsetmedi. bunları ben aklımdan geçirdim.

"vücudumuz hayır dediğinde" kitabının yazarı Dr.Gabor Mate'nin, kitabında ve seminerinde bize anlattığı şeyin özeti: hayır diyemeyen, duygularını bastıran, aşırı nazik, kibar insanların hasta olma olasılıklarının duygularını ifade eden insanlara oranla çok çok fazla olduğu idi.
sen hayır diyemediğinde bedenin senin yerine hayır diyor.


sevgili Gabor Mate bir de insanın zihin/beden bağlantısı olan bir varlık oluşunun batı tıp dünyası için nasıl da hala yabancı ve zor kabul edilebilir olduğunu anlattı.

bilmenin 3 halinden bahsetti.

1-entellektüel bilgi - akıl/ zihin
2-duygusal bilgi - kalp
3- hissel bilgi - bağırsak

"bu üç kanalı birbiriyle koordineli çalışır hale getirdiğimizde gerçek bilme oluşur" dedi.

tüm bunlardan önce konuşmasının başlarında Buddha'nın sözü olan "her şey birbiriyle bağlantılı" sözünü hatırlattı ve "bu yeni bir şey değil, tüm şaman tıp geleneği ve aborjinler bunu zaten uyguluyorlardı yeni olan batı tıp dünyasının bunu yeni keşfediyor oluşu" dedi.

her an her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğu dünyada, 7 saatlik seminerinde Gabor Mate,
bir bebek annesinin karnındayken annesinin yaşadığı stresin onu nasıl etkilediğinden bahsetti ve "eğer kendini ihmal edilmiş, değersiz hissedersen doktor olursun, başka insanlara yardım etmeye çalışırsın ve böylece kendini değerli hissedersin" dedi.
başkalarına yardım etme çabasını kendi yaşamında başına gelenlerin sonucu olarak yorumladı.

kendisi minik bir bebekken Macaristan'da Yahudi olan ailesinin pek çok üyesini nazi toplama kamplarında kaybeden, anne babasını ve kız kardeşini kaybetmiş annesinin hüznüyle büyüyen sevgili Gabor Mate çok asil, ince uzun bir hüzün abidesi gibi karşımızda durdu ve bize hüzünden, hayal kırıklıklarından, bastırılmış öfkeden bahsetti.

ben tüm bunların sonunda yine sordum : "ben dediğim kim?"

dinlettiği sanatçılardan biri Jacqueline du Pre. hangi parça idi hatırlayamadım, ben bunu seçtim, bu da yeterince hüzünlü.
teşekkürler çok sevgili Gabor Mate.
Ailenize ve atalarınıza aidiyetinizle taşıdığınız hüzün, keder ve bastırılmış öfke sayesinde dünya çok şey kazandı. size tüm malolduğu ile bize sunduğunuz hediyeler için çok teşekkür ederiz.



12 Haziran 2018 Salı

yalnızlığım benim, sidikli kontesim


Göğün dibi delindi.
Devasa şimşeklerle gökyüzü bembeyaz oluyor.
İnsanı yatağından sıçratacak gök gürültüleriyle başladı yağmur.
Yarım saat kadar önce, hava kara kızıl bir hal aldığında bir mesaj düştü telefona.
“en sevdiğim hava” yazmış.
Yukarıda, onun manzarada daha olağanüstü görünüyordur eminim.
“tadını çıkar” diye cevap verdim. 
Sonra odaya geldim, odada internet çekmiyor. Başka şeyler yazdıysa artık sabah görürüm.
İnsan sohbet etmek istiyor, belki bir dost, arkadaş istiyor, anlıyorum. (niyet okuma)
Belki yalnız hissediyor şimdi, bu havada, yukarıda, tek başına. iki çift laf edicek biri olsaydı yanında, iyi olurdu. (yargı)
Önceki gün sahilde sohbet ederken “yalnızlığımı çok seviyorum ben, kimseye bağlı olmak istemiyorum, şimdi ben atlayıp yukarı çıkmak istesem, çıksam kimse bana beni niye çağırmadın demese” demişti.
O zaman da anlamıştım onu.
Hesap sormalardan, nerdeydin, kimleydin, neden gelmedin, kime baktın, kiminle ilgilendin, haftasonu ne yaptın, neden aramadın’lardan korkmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. 
“İlişki sorumluluğu” istemeden biriyle flört etmek isteyen hoş sohbet insanlar sohbetin bir yerine sıkıştırıverirler bu “benimle ilgili bir beklentiye girme lütfen” mesajını.
Deli gibi korktuklarını görebilirsin ses tonlarında, kararlı görünmeye çalışan bakışlarını duyabilirsin.
Benim gibi beklentiye girmekten çok korkmuş insanlar, böyle mesajlar karşısında beton gibi dururlar.
Boş boş kafa sallarlar. Bazen içlerinden “yıldık ıssız adam triplerinizden, bi bitmediniz” derler ama anlayışla derler, kızmazlar, kızamazlar, çünkü bir yanlarıyla kendi aynaları vardır karşılarında. 
Issız adamlar, ıssız kadınlar hepimizin içinde bir yerlerde yaşıyor, bizden bir tık fazla ilgi isteyen biri olduğunda ortaya çıkıyorlar kendilerinin hiç ilgiye ihtiyacı yokmuş gibi cool duran baronlar, kontesler gibi salınıyorlar etrafta.
İki halde de anlıyorum onu. Şimdi sohbet çağrısı gönderen mesajını da, aman uzak dur fazla yaklaşma mesajını da.
Ben de yalnızlığımı çok seviyorum ve birine bağlı olmak beni de bazen kalbimi sıkıştıracak kadar çok korkutuyor.  
Yalnızlıktan deli gibi korkan, bağlanmak, bazen yapışmak, bir olmak isteyen insanlar da var.
Onları da anlıyorum, onlar da öyle zamanlarımın aynaları.
Hiç ayrılmak istemediğim, sınırların yok olmasını istediğim zamanlar da yaşadım elbet geçmişte.

Şimdi bu yalnız gecede, buradan da gökyüzünü izlemek olağanüstü ama. 

Bu eşsiz akşamda, gökyüzündeki binbir çeşit renk geçişine tanık olmak, yağmurun sesini dinlemek, toprak kokusunu içime çekmek yalnızken öyle güzel ki..
  
40 yaşıma bir hafta kala, içimde bir boşluk var.
Boşluk olmayan bir boşluk.
Dolu dolu bir boşluk.
Hem her şey yerli yerinde, hem her şey havada, hiçbir şey yerinde değil ve hiçbir şeyin bir yeri yok. 
Kayıtsız bir hal.
Sanki her şeyi gören, duyan, koklayan ve her şeye kayıtsız biri var içimde.
Dün gece o şahane bahçede yasemin kokusuyla mest olup kendimden geçtikten hemen sonra vardığım kayıtsızlık.
Harika bir sohbetin ardından gelen o tatmin.
Tadını çıkarmayı bil ve bağlanma.
Dünya çabalamam gereken bir yer değil. Güvendeyim ve asla güvende değilim.
Her şey yerli yerinde ve hiçbir şeyin bir yeri yok.
Çok sevebilirsin ama planlar yapma. Planlar yapar, hayaller kurarsan da dayatma.
Bekleme.
Sorma.
İsteme.
Bırak.
Sonra, bırakmayı da bırak.  
İstemekse gerçeğin, dile getirmekten korkma.
Korkarsan korkuna anlayış göster.
İstedin ve karşılık bulamadın mı?
O da güzel.
Varolan kadarının tadını çıkar.  

Sevgili güzel adamlar, kadınlar, hepinizi sevebilirim ve hiç birinize ait olamayabilirim.
Ola da bilirim.
Kimse de bana ait olamayabilir.
Ola da bilir. 
Bunu kabul etmiş olmak 40 yaşımın en büyük hediyesi.
Belki yorgunluğum öğretmiştir bunu bana.
Belki ben taşa vurula vurula eti yumuşayan, tadı güzelleşen ahtapotumdur.

Baran, “çilek olmaya karar verdim” demişti. Çilek, kimseye bir söz vermeden, kimseye ait olmadan yayıyor güzel kokusunu, tadını. Bu sayede dağıtıyor tohumlarını dünyaya. 
Baran’ı ne çok seviyorum.  
Baran’ın tohumları yayılsın, hayat daha çok bayram olma şansı yakalar bence.
Benim tohum saçma şansım yok, yine de çilek olabilirim.
Bazen sımsıcak gülümser, bazen sımsıkı sarılırım insanlara.
Şefkatin ve yumuşaklığın, merhametin merhemini yayabilirim.

Kalbi güzel insanlar birbirini sözler vermeye zorlamadıkça, herkesin elinden gelen kadarını yapabildiği bir dünyaya evet diyebildikçe yağmurun sesi, toprağın kokusu, şimşeğin kızılı aydınlatacak içimizi galiba.

Lavantalara bakarken, sardunyayı sularken, yasemini koklarken, denizin tuzunu tenimde hissederken, dağın yamacından denize bakarak aşağıya inerken omuzlarımı ısıtan güneşi hissederken öyle iyiyim ki, kimseye niye aramadın demek aklıma gelmiyor.

Belki sahiden o şimdi nerede, ne yapıyor, şu anda şimdi?
yoksa kuru fasulyanın neden hala pişmediğini mi düşünüyor? merakını duyacağım biri gelir konar yaşamımın bir yerine bir gün.
Belki konmaz.

Lavantayla, yaseminle, sardunyayla, kediyle, köpekle, dağ ile deniz ile, ateş böcekleriyle aşk yaşıyorum.
Şiirselliğim doğayla, eşle, dostla, çocuklarla, kitaplarla dolu.
içimde o yeri dolduran bir kişi yok, her şey, herkes var.   

yağmur dindi. cırcır böceklerinin konseri başladı. öyle ihtişamlı bir şenlik ki bu, bazen kimse bozsun istemiyor insan.
yine de hep bir yoldaşa ihtiyaç duyan yanım da burada. 

içimdeki tüm kadınları görmeye, anlamaya niyet ederek başlayacak yeni gün. 

ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.

22 Şubat 2018 Perşembe

Her şey güzel olabilir💙



Merhabalar, bugün hafif kekremsi bir konudan bahsedecegim azıcık.
bu biraz zorlu konuya gecmeden once papatyalarla oryantasyona davet etmek istiyorum sizi.
İzin verin gözleriniz bir sure bu harika çiçeklerle buluşsun ya da gitmek istedikleri başka hos bir görüntü varsa biraz orada kalsınlar.
baktiginiz bu güzel şeylere bakmak size nasil geliyor? biraz bunu hissetmek için zaman verebilir misiniz kendinize?

şimdi belki yavaş yavaş konuya gecis yapabilirim, yandan yandan yengeç adimlariyla.
Efendim konumuz migren.
Geçen ay gecirdigim zorlu bir nöbetin ardindan bu konuda okumalara, calismalara verdim kendimi, paylaşmak iyi olacak.
Geçmişte beni, benden önce annemi, pek cok arkadasimi, danisani ve bildiğim üzere pek çok kadını (kadınlarda görülme sikligi erkeklere oranla çok fazla) etkileyen bir rahatsizlik.

tetikleyici durumlari, yiyecek içecekleri muhtelif listeler halinde internette bulabilirsiniz, ben de bir kısmını buraya alabilirim:
Kisiden kişiye degismekle birlikte, genellikle migreni tetikleyen yiyecekler,
salam, sosis, pastırma tarzı sarkuteri ürünleri, et suyu tabletleri, çikolata, sut ürünleri, peynir cesitleri, unlu mamuller, mayalı içecekler, kafeinli icecekler, kabuklu kuru yemisler, bazi vakalarda çilek, asiri yagli ağır yiyecekler. mide ve bağırsakları zorlayacak soguk/buzlu içecekler, dondurma.

Migreni tetikleyen durumlar; uykusuz kalmak, aşırı uyumak, yorgunluk, öğün atlamak, aç kalmak, aşırı yemek, buyuk kayıplar sonrasi üzüntü kaza strese maruz kalmak, uzun süre hareketsiz kalmak, omurganin uzun ucuslarda ya da otobus yolculuklarında strese gerginliğe maruz kalmasi, regl donemleri hormonal degisiklikler, doğum kontrol hapları, aşırı gurultu, fazla ışık, uzun saatler ekrana bakmak, gozleri fazla zorlamak.

Tum bunlardan uzak durmak kolay değil.
Hayatın icinde her sey var.
Ne kadar dikkat edersem edeyim, saglikli beslenip yoga yapsam da aksattigim zamanlar oluyor.
Hele uzun saatler calistigim gunlerden birinde eve gidip dinlenmek yerine bir iki kadeh birsey icip sohbet etmek isteyen bir dost çağrısına cekildigim, uykusuz kaldigim, dışarıda soguk buzlu bir biranin, dondurmanın gazabına uğradığım oluyor benim de.
Kendimi eş dost sohbetleri kucağına bırakırken aynı zamanda uykusuz da bıraktığımı gozardi ettiğim zamanlar.

dikkat ederseniz migreni tetikleyen "şeyler"in basinda hep bir "fazla" "aşırı" "uzun sure" gibi tanimlar var.
Yani sınırını bilmemek, eşiği kaçırmak.

Bu eşiği kaçırma konusu "Organic İntelligence" eğitimlerimizde ve seanslarımızda temel konumuz.
Benim de artık kendimle ve başkalarıyla çalışırken hassasiyetle ilgilendigim hal bu.
Eşikler.

Acibadem Hastanesi'nin web sitesinde okudugum bir bilgiye göre;
"tresk" adı verilen gendeki bir hassasiyet beyindeki sinir hücrelerini etkileyerek başağrilarina sebep olmaktadır.
Araştırmalar söz konusu genin migren hastalarinda normalin altında faaliyet gosterdigini bu yuzden başağrilarini tetiklediğini ifade ediyorlar."

Bu genlerimdeki bir hassasiyetle ilgili.
Kendime şefkat göstermek, dikkatli davranmak, kendimi korumak, eşiklerimin farkına varmak benim sorumlulugum.
Bende özellikle esneme ile gelmeye yaklastigini belli ediyor migren. Atak öncesi uzun uzuuuuun esnemeler geliyor.
İşte o vakit durmak, su içmek, ışık ve gürültüden uzaklaşmak, mumkunse yalnız sakin los bir odada uzanmak gerekliligini hatirlamam gerekiyor.

Netipot kullanmayı unutmamam, cok cabuk dolan sinüslerimi ihmal etmemem de gerekiyor.

Bu yazıyı paylaşmak istememdeki temel niyetimse şu ki, pek cok kadının bunun neden kendi baslarina geldiğini düşünüp kendilerini gucsuz, caresiz hissetmelerine, kendilerini eksik ve suçlu hissetmelerine tanik oldum. Bu degisebilir sevgili papatyalar, papatya deyince Semra Özal'ı hatırlayan kaç kisi kaldık şunun şurasında, her şey degisiyor, migrenle ilişkimiz neden degismesin?
Elbette tetikleyicilerden uzak durmak ilk onceligim ama hayati kendime bir cendere haline getirmeden yasamanin yollarını da araştırıyorum.
Keyif aldigim seyleri, halleri, insanlari, sohbetleri, durmaları, hissetmeleri serpiştiriyorum hayatın icine ama abartmadan, saatlere, sürelere, eşiklere, limitlere dikkat ederek, hassasiyetle.

Dun akşam tango dersinde "yoruldum hocam" deyip oturuverdim. Eski Fulya'dan beklenmeyecek bir hareketti, kendimi tebrik ediyorum.
Bu yazinin devami gelecek, ne zaman bilemem ama migreni anlama yolculugum daha yeni başlıyor, yolda görüşmek üzere.
Kendinize yumuşacık davranmanizi diliyorum 🌼



20 Ağustos 2017 Pazar

gittin gideli bebek

sen gideli içime içime sokaladığım başka bi kedi olmadı, olamadı panda mou.
annem telefonda gittiğini söylediğinde az biraz katılıp kalmış, ertesi sabah dinamik meditasyonda bir saat kadar uluyarak ağlamıştım. meditasyondan salya sümük çıkarken Ann ne oldu diye sordu, "kedim gitmiş" dedim o da tüm norveç'li coolluğuyla "oh wouww bir şey gidince başka bir şey gelir, bakalım şimdi senin için ne başlayacak" demişti, elbette yıllardır tüm bu meditatif bakış açılarını hatmettiğimden sakince gülümsedim, çok daha eskiden olsa Ann'e kafa atmak isteyebilirdim.

şimdi ara sıra içimde bi yerlerde ince bi yangın başlıyor, içimin arka sokaklarına tinerci çocuklar bi şişe kezzabı boca ediveriyorlar bazı geceler. bazen tıkanıyorum, sonra hafif bi rüzgar esiyor, alıp götürüyor kor acısını yaramın, yüzün geliyor gözümün önüne, tatlı mırıltıların, boynuma gömmeye bayıldığın pembiş burnun. sonra sakinliyor gece, hafif hafif gün doğmaya başlıyor, tinerci çocuklarla çorbacıya gidiyoruz. bi şarkı mırıldanıyoruz beraber, hep birlikte rahatlıyoruz.

artık sabahları Zeytin'e uyanıyorum, öğlenleri Nena'ya sarılıyorum. Zeytin iyi de bu Nena kuzusu hiç sevmez böyle sırnaş mırnaş halleri hemen uzar. o yüzden onu hep az bi mesafeden seviyorum, kendi isteyince gelir yatar yanı başıma, onun da bi burnu var görsen yemeden duramazsın.

 yerine kimseleri koyamam


ama bilirim sen de istemezsin ben kimsesiz, sevgisiz kalayım. bak bu çocuklarla avunuyorum aylardır, senden sonra ne başlayacak başlayınca göreceğiz, şimdilik batı yakasında pek bi kıpırtı yok.
seni sonsuza dek, sonsuzca seviyorum.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

ışınla beni scotty

insanın olmak istemediği yerde olması cehennemmiş.
olmak istediğim yerdeyim.
pek çok şehir kaçkınının olmak isteyeceği bir yerde yaşıyorum.
doğanın, meditasyonun, yoganın, terapinin, eğitimin (öğrenci olmayı hep çok sevdim), müziğin, dansın, dostluğun, paylaşımın ortasında.
keyfim yerinde.
erkenden uyandığım sabahlar, yogayla, meditasyonla güne başlayıp denize bakarak ettiğim kahvaltılar, eşsiz güneş batışları, uyumadan önce heybetli bir dağa, sessiz kayalıklara çevirip yüzümü hiçbir şey yapmadığım, sadece durduğum saatler var.
hiçbir şey yapmadan durmak nasıldır bilir misiniz? uzun uzuun durmak?
bazen vadinin orta yerinde, gökyüzünde 2 kartalın süzülüşünü izlemek oluyor tek işim.
bu halin kendi "solaris"*im olması boyutunu geçen yıllarda atlattım, şimdilerde epey rahatım.

bu dinginliğin içinde şöyle bir hareket var, elimde bir telefon, telefon hattı çekmediği için kullandığım internet ve whatsapp.
gün içinde aktif olarak kullanıyorum çünkü bu merkeze gelmek isteyen, anlamak isteyen, benimle online seans yapmak isteyen, sorular soran, danışan, paylaşan herkese buradan cevap veriyorum, konuşuyorum.
eşim dostum, ailem de yazıyor, arıyor, telefon sürekli yakınlarımda olduğu için ve çok sevdiğim işim için onu kullanmak pratik olduğu için bu hali pek garipsemiyorum, alıştım.

geçen haftalarda sevdiğim biri telefondan uzak kalmak istediği zamanlar yaşadığını söylemişti, pek anlaşılırdı, kayalık bir vadide dünyadan soyutlanarak yaşayan biri bunu anlayabilirdi.
sonra sordum: ben dünyadan soyutladım mı kendimi gerçekten?
hayır.

elimdeki telefonla her an dünyayla iç içeyim. şehirden çok uzaklara gitmem bunu değiştirmemiş. aksine şehirdeyken dünyayla bu kadar iç içe değildim galiba.
yaptığım iş insanlarla iletişim halinde olmamı gerektirdiği için ben kendimi dışarıdan soyutlamış değilim.
bunu farketmek iyi geldi aslında çünkü durduğum yer, uzaktan bağlantı kurduğum yerle temasımın dengemi bozmasına izin vermiyor. şehrin insanı dalgalandıran hızından uzakta, ama temas halinde durduğum yer, sakinliğiyle sakinliğime alan tutuyor.
telefon ekranından diğer dünyaya ışınlanmak ve sonra ekrana dokunup onu kapattığım anda buraya, cırcır böceklerinin sesine ve rüzgarın kucağına kendimi geri bırakmak aynı anda mümkün olabiliyor.
dışarıdan gelenin etkisinde sürüklenmeden, olana cevabımı verip, dinginliğime geri dönebiliyorum.

ve bunu kendimi soyutlamak zorunda bırakmadan yapabiliyorum. belki geçici bir durum bu, ama belki de bunu yapmayı öğrendim ve artık hep benimle olacak bu hal.
ikincisi ise bunu paylaşmak istiyorum çünkü eğer öyleyse bir süre sonra nerede olduğumun da bir önemi kalmayacak. çok heyecanlı değil mi sizce de?

cır cır böcekleri yerine plaktan gelecek bach melodisi, ağaçlar yerine çiçekler, belki evcil bir hayvan ya da yumuşacık bir halı, belki rengini dokusunu çok sevdiğim bir tül perde, belki bakarken içinde kaybolduğum duvarda asılı bir tablo, belki kokusuna bayıldığım limonlu yasemin çayı dumanı.

bana kendimi iyi hissettirecek her ne varsa kendimi onlarla çevreleyip sonra hayatın hızına dalabilirim sanki.. uzaktan konuşmak kolay evet, çünkü benim tuzum kuru ama şehrin kargaşasından bunalırken aklınıza gelirse, gözünüze, kulağınıza iyi gelecek sevdiğiniz şeyleri yakınlarınızda tutun, onlar bizi bu ana getirme etkisine sahipler ve birdenbire bir iç huzuruna ışınlanmamıza yardım edebilirler.
dışardan gelen dalgalarla savruluyorsanız, kendinize huzur, sakinlik, neşe verecek bir çevre oluşturmaya çalışın, hiç olmazsa çalışma masanıza güzel kokulu kır çiçekleri koyun, kolunuza hatırlayınca gülümseten anıları çağrıştıran bir ince bileklik takın. tadını çıkarabileceğinizi bildiğiniz ne varsa yerleştirin hayata ve sonra tadını çıkarın, bakın o küçük şeyler sizi scotty gibi huzura ışınlıyor mu, eğer biraz haklıysam hep birlikte kırdık şeytanın bacağını :) (sanki o kadar kolaydı diyenlere dondurma ısmarlayın)

illüstrasyon oliver jeffers, sevdiğim şeyler.


*solaris:
solaris, stanislav lem'in uzayda bir gezegeni, o gezegendeki bir okyanusu, insanın bilinçaltını harekete geçiren bir metafor olarak anlattığı bilimkurgu romanı. spoiler vermeden daha fazla nasıl anlatabilirim bilmiyorum ve okumadıysanız kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.
kitapta lem, insanın kendi halinde yalnız ve sessiz, alıştığı rutinlerin dışında ve soyutlanmış kaldığında bilinçaltıyla yüzleşmeler yaşayacağını ve bunun da bir çeşit cehennem olacağını anlatıyor. her türlü rutin, alışkanlık, telefon, televizyon, kahve bundan kaçışımız olduğu için insan durduğu yerde duramayan bir varlık. elimiz hemen bu alışkanlıklardan birine gidiyor.
kim olduğunu hatırlamadığım biri insanlar sakince oturarak bir saat durabilse dünyada savaş olmaz demişti, kimdi acaba?

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Neyse ki..

Neyse ki..

Gözlerinin içi bazen mutluluktan, sevinçten, çoğunca hüzünden parlayan, gözlerinin içi hüzünle gülen,  hep gülen, yalnız kaldığında derin hüznüyle buruklaşan.

sonra o burukluğu başından savmak için kendini, neşelendiren, enerjiyle dolduran alışkanlıklara tutunan bir adam.

Göz kenarlarında hafif kırışıklıklar var. Gülünce, ki çoğunca güler o, göz kenarları tül perde başları gibi kıvrım kıvrım pilelenir. Kirli sakalları yüzünün yorgunluğunu saklar. Güzel elleri, dudaklarıyla oynar bazen.

Geçen yaz Ankara’da bir pastanede rastladım ona. Masada karşı sandalyesine çocuğunu oturtmuş, kahvaltı edişini izliyordu, gözlerinde aynı hüzünlü, mutlu, yaralı, umutlu derin gülen bakışla.

Karısından ayrılalı biraz zaman olmuş, ilk şiddetli kavgalar son bulmuş, şimdi yeni yeni barışmaya, çocukları için birbirleriyle kısa cümleler konuşur olmaya başlamışlar.

“yarın sabah alırım olur mu?”

“olur, geç kalma ama, sonra da erken getir, akşam ilacı var”

“tamam”

Karısının ailesi kadına destek oluyor ama o yalnız. Tüm hafta tek başına, yalnızlık fena koyuyor, alışamamış henüz. İçiyor o yüzden. Sonra da erken kalkamıyor, geç kalmış yine bu haftasonu almış çocuğunu, ne yapacağını bilemediğinden bir pastane masasında önüne koyduğu tabağı yemesini bekliyor. Çaresiz ve sevgi dolu, duruyor öyle.

Gözlerimi ayıramadan bakarken masaya yaklaşıp ufaklığın yanında durdum ve o’na “sevdirir mi kendini?” diye sordum yavaşça, “sanmam ama dene” dedi.  Çocuğun yüzüne baktım, o da bana tanıyormuş gibi bakıp güldü. Ben de güldüm o gülünce. Elim saçlarına doğru gitti usulca, oğlan başını geriye çekip ıııııhı! yaptı. Peki deyip geri çekildim. “pek sevmez, alışık değil yabancılara” dedi, üzerime alınmamam, kırılmamam için birşeyler söyleme ihtiyacı hissetti. Ben özür dilemek istedim bu yersiz isteğim, yaklaşımım için ama bir şey demedim.

“Aslında ben senin başına koymak istedim elimi, öyle bir yerlerden tanıdıksın ki, o kadar elimi uzatsam dokunacağım kalbine gibisin ki, öyle bildik bir yerden hüzünlüsün ki ben buna merhem olabilirim sanmakta ustayım” demedim. neyse ki!

“iyi günler” deyip seyirttim yanlarından.

Sonra bir Bodrum uçağında yanıma oturdu. Bu kez öncekinden farklı bir boyu posu, rengi var. Koyu  sarı saçları, kirli sakalları. Ama gözlerindeki hal aynı. Elinde bir kitap, okuyor, çokça başını kaldırıp ön koltuğa daldırıyor gözlerini, duruyor duruyor, sonra kendine gelip sağa sola bakıyor, sağa bakarken gözgöze geliyoruz, gülümsüyor. Varlığımın farkında, onu hissedişim hoşuna gidiyor, ilgi görmek istiyor açıkça ilgi istiyor.  Ben bazen kendi sağıma, camdan dışarı bulutlara, bazen soluma ona, bazen elimdeki müzik çalara bakıyorum. Sonra o da elimdekiyle ilgilenip ne dinlediğimi merak ediyor. Bir şey sormuyor, yalnızca bakıyor. Kitabını kucağına bırakıp iki elini yüzüne götürüyor, sakallarını sıvazlayıp çaresiz gözlerini kapatıp, parmak uçlarıyla göz kapaklarının üstünden gözlerini ovuşturuyor. Sonra usulca açıp gözlerini bana bakıp gülümsüyor. Zorla nefes alır gibi. Yüzü gözleri gülüyor ama boğazında hafif bir yumru var, görüyorum. Muhtemelen hasta, galiba siroz.

“çok tanıdık o sendeki yumru, ben yumuşatabilirim onu” demiyorum. Neyse ki..

Sağıma dönüp pencereden dışarı bulutlara bakarken dinlediğim müziğin sesini açıyor, çalan neşeli şarkıya eşlik ediyorum. Ayaklarım pıt pıt yerde ritim tutuyor. içim rahat, bedenim yumuşak, esnek, sağlam. Nefesim akıyor. Neyse ki..

Bunca yılın sonunda, şimdi, bu düşümdeki adamlarla karşılaştığımda, onlara hemşirelik yapmaya kalkışmamayı, bunca bağımlılığı bırakışımı kendi başıma her fırsatta kutluyorum. Dans ediyorum, dua ediyorum. kendini sevmek, geçmişle barışmak, gerçek sevginin ayrımını yapabilmek, yaşamın tadına varabilmek, bunca farkındalık için her an şükrediyorum.

Kimi niye sevdiğim artık daha anlamlı, daha net. Kimle ne yaşayacağımı seçebiliyorum. Elbette ara sıra fire verdiğim oluyor, şu aşağıdaki dondurmacı kız aynı halam gibi bakıyor diye durmadan gidip dondurma alıyorum hala, neyse ki farkındayım, neyse ki..