sen gideli içime içime sokaladığım başka bi kedi olmadı, olamadı panda mou.
annem telefonda gittiğini söylediğinde az biraz katılıp kalmış, ertesi sabah dinamik meditasyonda bir saat kadar uluyarak ağlamıştım. meditasyondan salya sümük çıkarken Ann ne oldu diye sordu, "kedim gitmiş" dedim o da tüm norveç'li coolluğuyla "oh wouww bir şey gidince başka bir şey gelir, bakalım şimdi senin için ne başlayacak" demişti, elbette yıllardır tüm bu meditatif bakış açılarını hatmettiğimden sakince gülümsedim, çok daha eskiden olsa Ann'e kafa atmak isteyebilirdim.
şimdi ara sıra içimde bi yerlerde ince bi yangın başlıyor, içimin arka sokaklarına tinerci çocuklar bi şişe kezzabı boca ediveriyorlar bazı geceler. bazen tıkanıyorum, sonra hafif bi rüzgar esiyor, alıp götürüyor kor acısını yaramın, yüzün geliyor gözümün önüne, tatlı mırıltıların, boynuma gömmeye bayıldığın pembiş burnun. sonra sakinliyor gece, hafif hafif gün doğmaya başlıyor, tinerci çocuklarla çorbacıya gidiyoruz. bi şarkı mırıldanıyoruz beraber, hep birlikte rahatlıyoruz.
artık sabahları Zeytin'e uyanıyorum, öğlenleri Nena'ya sarılıyorum. Zeytin iyi de bu Nena kuzusu hiç sevmez böyle sırnaş mırnaş halleri hemen uzar. o yüzden onu hep az bi mesafeden seviyorum, kendi isteyince gelir yatar yanı başıma, onun da bi burnu var görsen yemeden duramazsın.
yerine kimseleri koyamam
ama bilirim sen de istemezsin ben kimsesiz, sevgisiz kalayım. bak bu çocuklarla avunuyorum aylardır, senden sonra ne başlayacak başlayınca göreceğiz, şimdilik batı yakasında pek bi kıpırtı yok.
seni sonsuza dek, sonsuzca seviyorum.
20 Ağustos 2017 Pazar
12 Ağustos 2017 Cumartesi
ışınla beni scotty
insanın olmak istemediği yerde olması cehennemmiş.
olmak istediğim yerdeyim.
pek çok şehir kaçkınının olmak isteyeceği bir yerde yaşıyorum.
doğanın, meditasyonun, yoganın, terapinin, eğitimin (öğrenci olmayı hep çok sevdim), müziğin, dansın, dostluğun, paylaşımın ortasında.
keyfim yerinde.
erkenden uyandığım sabahlar, yogayla, meditasyonla güne başlayıp denize bakarak ettiğim kahvaltılar, eşsiz güneş batışları, uyumadan önce heybetli bir dağa, sessiz kayalıklara çevirip yüzümü hiçbir şey yapmadığım, sadece durduğum saatler var.
hiçbir şey yapmadan durmak nasıldır bilir misiniz? uzun uzuun durmak?
bazen vadinin orta yerinde, gökyüzünde 2 kartalın süzülüşünü izlemek oluyor tek işim.
bu halin kendi "solaris"*im olması boyutunu geçen yıllarda atlattım, şimdilerde epey rahatım.
bu dinginliğin içinde şöyle bir hareket var, elimde bir telefon, telefon hattı çekmediği için kullandığım internet ve whatsapp.
gün içinde aktif olarak kullanıyorum çünkü bu merkeze gelmek isteyen, anlamak isteyen, benimle online seans yapmak isteyen, sorular soran, danışan, paylaşan herkese buradan cevap veriyorum, konuşuyorum.
eşim dostum, ailem de yazıyor, arıyor, telefon sürekli yakınlarımda olduğu için ve çok sevdiğim işim için onu kullanmak pratik olduğu için bu hali pek garipsemiyorum, alıştım.
geçen haftalarda sevdiğim biri telefondan uzak kalmak istediği zamanlar yaşadığını söylemişti, pek anlaşılırdı, kayalık bir vadide dünyadan soyutlanarak yaşayan biri bunu anlayabilirdi.
sonra sordum: ben dünyadan soyutladım mı kendimi gerçekten?
hayır.
elimdeki telefonla her an dünyayla iç içeyim. şehirden çok uzaklara gitmem bunu değiştirmemiş. aksine şehirdeyken dünyayla bu kadar iç içe değildim galiba.
yaptığım iş insanlarla iletişim halinde olmamı gerektirdiği için ben kendimi dışarıdan soyutlamış değilim.
bunu farketmek iyi geldi aslında çünkü durduğum yer, uzaktan bağlantı kurduğum yerle temasımın dengemi bozmasına izin vermiyor. şehrin insanı dalgalandıran hızından uzakta, ama temas halinde durduğum yer, sakinliğiyle sakinliğime alan tutuyor.
telefon ekranından diğer dünyaya ışınlanmak ve sonra ekrana dokunup onu kapattığım anda buraya, cırcır böceklerinin sesine ve rüzgarın kucağına kendimi geri bırakmak aynı anda mümkün olabiliyor.
dışarıdan gelenin etkisinde sürüklenmeden, olana cevabımı verip, dinginliğime geri dönebiliyorum.
ve bunu kendimi soyutlamak zorunda bırakmadan yapabiliyorum. belki geçici bir durum bu, ama belki de bunu yapmayı öğrendim ve artık hep benimle olacak bu hal.
ikincisi ise bunu paylaşmak istiyorum çünkü eğer öyleyse bir süre sonra nerede olduğumun da bir önemi kalmayacak. çok heyecanlı değil mi sizce de?
cır cır böcekleri yerine plaktan gelecek bach melodisi, ağaçlar yerine çiçekler, belki evcil bir hayvan ya da yumuşacık bir halı, belki rengini dokusunu çok sevdiğim bir tül perde, belki bakarken içinde kaybolduğum duvarda asılı bir tablo, belki kokusuna bayıldığım limonlu yasemin çayı dumanı.
bana kendimi iyi hissettirecek her ne varsa kendimi onlarla çevreleyip sonra hayatın hızına dalabilirim sanki.. uzaktan konuşmak kolay evet, çünkü benim tuzum kuru ama şehrin kargaşasından bunalırken aklınıza gelirse, gözünüze, kulağınıza iyi gelecek sevdiğiniz şeyleri yakınlarınızda tutun, onlar bizi bu ana getirme etkisine sahipler ve birdenbire bir iç huzuruna ışınlanmamıza yardım edebilirler.
dışardan gelen dalgalarla savruluyorsanız, kendinize huzur, sakinlik, neşe verecek bir çevre oluşturmaya çalışın, hiç olmazsa çalışma masanıza güzel kokulu kır çiçekleri koyun, kolunuza hatırlayınca gülümseten anıları çağrıştıran bir ince bileklik takın. tadını çıkarabileceğinizi bildiğiniz ne varsa yerleştirin hayata ve sonra tadını çıkarın, bakın o küçük şeyler sizi scotty gibi huzura ışınlıyor mu, eğer biraz haklıysam hep birlikte kırdık şeytanın bacağını :) (sanki o kadar kolaydı diyenlere dondurma ısmarlayın)
illüstrasyon oliver jeffers, sevdiğim şeyler.
*solaris:
solaris, stanislav lem'in uzayda bir gezegeni, o gezegendeki bir okyanusu, insanın bilinçaltını harekete geçiren bir metafor olarak anlattığı bilimkurgu romanı. spoiler vermeden daha fazla nasıl anlatabilirim bilmiyorum ve okumadıysanız kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.
kitapta lem, insanın kendi halinde yalnız ve sessiz, alıştığı rutinlerin dışında ve soyutlanmış kaldığında bilinçaltıyla yüzleşmeler yaşayacağını ve bunun da bir çeşit cehennem olacağını anlatıyor. her türlü rutin, alışkanlık, telefon, televizyon, kahve bundan kaçışımız olduğu için insan durduğu yerde duramayan bir varlık. elimiz hemen bu alışkanlıklardan birine gidiyor.
kim olduğunu hatırlamadığım biri insanlar sakince oturarak bir saat durabilse dünyada savaş olmaz demişti, kimdi acaba?
olmak istediğim yerdeyim.
pek çok şehir kaçkınının olmak isteyeceği bir yerde yaşıyorum.
doğanın, meditasyonun, yoganın, terapinin, eğitimin (öğrenci olmayı hep çok sevdim), müziğin, dansın, dostluğun, paylaşımın ortasında.
keyfim yerinde.
erkenden uyandığım sabahlar, yogayla, meditasyonla güne başlayıp denize bakarak ettiğim kahvaltılar, eşsiz güneş batışları, uyumadan önce heybetli bir dağa, sessiz kayalıklara çevirip yüzümü hiçbir şey yapmadığım, sadece durduğum saatler var.
hiçbir şey yapmadan durmak nasıldır bilir misiniz? uzun uzuun durmak?
bazen vadinin orta yerinde, gökyüzünde 2 kartalın süzülüşünü izlemek oluyor tek işim.
bu halin kendi "solaris"*im olması boyutunu geçen yıllarda atlattım, şimdilerde epey rahatım.
bu dinginliğin içinde şöyle bir hareket var, elimde bir telefon, telefon hattı çekmediği için kullandığım internet ve whatsapp.
gün içinde aktif olarak kullanıyorum çünkü bu merkeze gelmek isteyen, anlamak isteyen, benimle online seans yapmak isteyen, sorular soran, danışan, paylaşan herkese buradan cevap veriyorum, konuşuyorum.
eşim dostum, ailem de yazıyor, arıyor, telefon sürekli yakınlarımda olduğu için ve çok sevdiğim işim için onu kullanmak pratik olduğu için bu hali pek garipsemiyorum, alıştım.
geçen haftalarda sevdiğim biri telefondan uzak kalmak istediği zamanlar yaşadığını söylemişti, pek anlaşılırdı, kayalık bir vadide dünyadan soyutlanarak yaşayan biri bunu anlayabilirdi.
sonra sordum: ben dünyadan soyutladım mı kendimi gerçekten?
hayır.
elimdeki telefonla her an dünyayla iç içeyim. şehirden çok uzaklara gitmem bunu değiştirmemiş. aksine şehirdeyken dünyayla bu kadar iç içe değildim galiba.
yaptığım iş insanlarla iletişim halinde olmamı gerektirdiği için ben kendimi dışarıdan soyutlamış değilim.
bunu farketmek iyi geldi aslında çünkü durduğum yer, uzaktan bağlantı kurduğum yerle temasımın dengemi bozmasına izin vermiyor. şehrin insanı dalgalandıran hızından uzakta, ama temas halinde durduğum yer, sakinliğiyle sakinliğime alan tutuyor.
telefon ekranından diğer dünyaya ışınlanmak ve sonra ekrana dokunup onu kapattığım anda buraya, cırcır böceklerinin sesine ve rüzgarın kucağına kendimi geri bırakmak aynı anda mümkün olabiliyor.
dışarıdan gelenin etkisinde sürüklenmeden, olana cevabımı verip, dinginliğime geri dönebiliyorum.
ve bunu kendimi soyutlamak zorunda bırakmadan yapabiliyorum. belki geçici bir durum bu, ama belki de bunu yapmayı öğrendim ve artık hep benimle olacak bu hal.
ikincisi ise bunu paylaşmak istiyorum çünkü eğer öyleyse bir süre sonra nerede olduğumun da bir önemi kalmayacak. çok heyecanlı değil mi sizce de?
cır cır böcekleri yerine plaktan gelecek bach melodisi, ağaçlar yerine çiçekler, belki evcil bir hayvan ya da yumuşacık bir halı, belki rengini dokusunu çok sevdiğim bir tül perde, belki bakarken içinde kaybolduğum duvarda asılı bir tablo, belki kokusuna bayıldığım limonlu yasemin çayı dumanı.
bana kendimi iyi hissettirecek her ne varsa kendimi onlarla çevreleyip sonra hayatın hızına dalabilirim sanki.. uzaktan konuşmak kolay evet, çünkü benim tuzum kuru ama şehrin kargaşasından bunalırken aklınıza gelirse, gözünüze, kulağınıza iyi gelecek sevdiğiniz şeyleri yakınlarınızda tutun, onlar bizi bu ana getirme etkisine sahipler ve birdenbire bir iç huzuruna ışınlanmamıza yardım edebilirler.
dışardan gelen dalgalarla savruluyorsanız, kendinize huzur, sakinlik, neşe verecek bir çevre oluşturmaya çalışın, hiç olmazsa çalışma masanıza güzel kokulu kır çiçekleri koyun, kolunuza hatırlayınca gülümseten anıları çağrıştıran bir ince bileklik takın. tadını çıkarabileceğinizi bildiğiniz ne varsa yerleştirin hayata ve sonra tadını çıkarın, bakın o küçük şeyler sizi scotty gibi huzura ışınlıyor mu, eğer biraz haklıysam hep birlikte kırdık şeytanın bacağını :) (sanki o kadar kolaydı diyenlere dondurma ısmarlayın)
*solaris:
solaris, stanislav lem'in uzayda bir gezegeni, o gezegendeki bir okyanusu, insanın bilinçaltını harekete geçiren bir metafor olarak anlattığı bilimkurgu romanı. spoiler vermeden daha fazla nasıl anlatabilirim bilmiyorum ve okumadıysanız kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.
kitapta lem, insanın kendi halinde yalnız ve sessiz, alıştığı rutinlerin dışında ve soyutlanmış kaldığında bilinçaltıyla yüzleşmeler yaşayacağını ve bunun da bir çeşit cehennem olacağını anlatıyor. her türlü rutin, alışkanlık, telefon, televizyon, kahve bundan kaçışımız olduğu için insan durduğu yerde duramayan bir varlık. elimiz hemen bu alışkanlıklardan birine gidiyor.
kim olduğunu hatırlamadığım biri insanlar sakince oturarak bir saat durabilse dünyada savaş olmaz demişti, kimdi acaba?
3 Mayıs 2017 Çarşamba
Neyse ki..
Neyse ki..
Gözlerinin içi bazen mutluluktan, sevinçten, çoğunca
hüzünden parlayan, gözlerinin içi hüzünle gülen, hep gülen, yalnız kaldığında derin hüznüyle
buruklaşan.
sonra o burukluğu başından savmak için kendini, neşelendiren,
enerjiyle dolduran alışkanlıklara tutunan bir adam.
Göz kenarlarında hafif kırışıklıklar var. Gülünce, ki
çoğunca güler o, göz kenarları tül perde başları gibi kıvrım kıvrım pilelenir. Kirli
sakalları yüzünün yorgunluğunu saklar. Güzel elleri, dudaklarıyla oynar bazen.
Geçen yaz Ankara’da bir pastanede rastladım ona. Masada
karşı sandalyesine çocuğunu oturtmuş, kahvaltı edişini izliyordu, gözlerinde
aynı hüzünlü, mutlu, yaralı, umutlu derin gülen bakışla.
Karısından ayrılalı biraz zaman olmuş, ilk şiddetli kavgalar
son bulmuş, şimdi yeni yeni barışmaya, çocukları için birbirleriyle kısa
cümleler konuşur olmaya başlamışlar.
“yarın sabah alırım olur mu?”
“olur, geç kalma ama, sonra da erken getir, akşam ilacı var”
“tamam”
Karısının ailesi kadına destek oluyor ama o yalnız. Tüm
hafta tek başına, yalnızlık fena koyuyor, alışamamış henüz. İçiyor o yüzden.
Sonra da erken kalkamıyor, geç kalmış yine bu haftasonu almış çocuğunu, ne
yapacağını bilemediğinden bir pastane masasında önüne koyduğu tabağı yemesini
bekliyor. Çaresiz ve sevgi dolu, duruyor öyle.
Gözlerimi ayıramadan bakarken masaya yaklaşıp ufaklığın
yanında durdum ve o’na “sevdirir mi kendini?” diye sordum yavaşça, “sanmam ama
dene” dedi. Çocuğun yüzüne baktım, o da
bana tanıyormuş gibi bakıp güldü. Ben de güldüm o gülünce. Elim saçlarına doğru
gitti usulca, oğlan başını geriye çekip ıııııhı! yaptı. Peki deyip geri
çekildim. “pek sevmez, alışık değil yabancılara” dedi, üzerime alınmamam,
kırılmamam için birşeyler söyleme ihtiyacı hissetti. Ben özür dilemek istedim
bu yersiz isteğim, yaklaşımım için ama bir şey demedim.
“Aslında ben senin başına koymak istedim elimi, öyle bir
yerlerden tanıdıksın ki, o kadar elimi uzatsam dokunacağım kalbine gibisin ki,
öyle bildik bir yerden hüzünlüsün ki ben buna merhem olabilirim sanmakta
ustayım” demedim. neyse ki!
“iyi günler” deyip seyirttim yanlarından.
Sonra bir Bodrum uçağında yanıma oturdu. Bu kez öncekinden
farklı bir boyu posu, rengi var. Koyu
sarı saçları, kirli sakalları. Ama gözlerindeki hal aynı. Elinde bir
kitap, okuyor, çokça başını kaldırıp ön koltuğa daldırıyor gözlerini, duruyor
duruyor, sonra kendine gelip sağa sola bakıyor, sağa bakarken gözgöze
geliyoruz, gülümsüyor. Varlığımın farkında, onu hissedişim hoşuna gidiyor, ilgi
görmek istiyor açıkça ilgi istiyor. Ben
bazen kendi sağıma, camdan dışarı bulutlara, bazen soluma ona, bazen elimdeki
müzik çalara bakıyorum. Sonra o da elimdekiyle ilgilenip ne dinlediğimi merak
ediyor. Bir şey sormuyor, yalnızca bakıyor. Kitabını kucağına bırakıp iki elini
yüzüne götürüyor, sakallarını sıvazlayıp çaresiz gözlerini kapatıp, parmak
uçlarıyla göz kapaklarının üstünden gözlerini ovuşturuyor. Sonra usulca açıp
gözlerini bana bakıp gülümsüyor. Zorla nefes alır gibi. Yüzü gözleri gülüyor
ama boğazında hafif bir yumru var, görüyorum. Muhtemelen hasta, galiba siroz.
“çok tanıdık o sendeki yumru, ben yumuşatabilirim onu”
demiyorum. Neyse ki..
Sağıma dönüp pencereden dışarı bulutlara bakarken dinlediğim
müziğin sesini açıyor, çalan neşeli şarkıya eşlik ediyorum. Ayaklarım pıt pıt
yerde ritim tutuyor. içim rahat, bedenim yumuşak, esnek, sağlam. Nefesim
akıyor. Neyse ki..
Bunca yılın sonunda, şimdi, bu düşümdeki adamlarla
karşılaştığımda, onlara hemşirelik yapmaya kalkışmamayı, bunca bağımlılığı
bırakışımı kendi başıma her fırsatta kutluyorum. Dans ediyorum, dua ediyorum. kendini
sevmek, geçmişle barışmak, gerçek sevginin ayrımını yapabilmek, yaşamın
tadına varabilmek, bunca farkındalık için her an şükrediyorum.
Kimi niye sevdiğim artık daha anlamlı, daha net. Kimle ne
yaşayacağımı seçebiliyorum. Elbette ara sıra fire verdiğim oluyor, şu
aşağıdaki dondurmacı kız aynı halam gibi bakıyor diye durmadan gidip dondurma
alıyorum hala, neyse ki farkındayım, neyse ki..
2 Şubat 2017 Perşembe
Kadın Olmanın Muhteşemliği 2
vahşim ehlileşti (mi?)
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere bulacağım"*
içimdeki ikinci vahşiye selam vererek bitirmişim önceki yazıyı. "saldırgan bir deli." demişim onun için. öyle idi vallahi, Gollum'dan hallice.
tutkulu, cazibeli, yaralayıcı ve yorucu. mottosu önümüze gelene bir tekme!
eleştirir, beğenmez, hep daha fazlasını ister olmadı alır başını kaçar gider, kimseler onda dinlenemez.
şimdi biraz onun yaralarına bakalım.
"bu yaralara, onlardan yakınmak ve çaresizlikle kıvranmak için değil, onların farkında olmak için bakacağız."**
sonra, kendini şifalı merhemlerle sarmaladı. çünkü:
"kimbilir, belki de biz tanrısıyız en olunmaz şeylerin"***
evet, şiir sever bir ruhtur aynı zamanda. çok yaralarını deşti şiirle şarkıyla bilinçsizce.
nereden bulaştıysa türkçe sözlü hafif müziğe, boyundan büyük ayrılık acılarıyla, "benim için farketmeğğz, sen mutlu ol ne oğluur" diye burun çekerken daha 11 yaşındaydı.
23 yıl sonra bir terapi seansında o burun çekişlerin aşk acısı değil "anne yarası" olduğunu keşfetti ve bu keşiften sonra başladı şifalı merhemler yaralara üflemeye.
anne yaramı keşfetmeden önce, baba yaramı keşfetmiştim. babam erken gitmişti, ben de gitmeye mahkum, ilişkinin ve hatta hayatın içinde duramayan, ölmek isteyen adamlara çekilmenin, onlar öyle olmasalar bile ben gideceklerine inanmak suretiyle mümkünsüz ilişkileri zorlamanın ustası olmuştum.
gitmeye niyeti olmayanı da kovalamanın yolları zekice bulunur.
sonra peşlerinden koşardı tüm benliğim.
babamı iyileştirmek ya da onun ardından gitmek tek tutkumdu. elbette farkında olmadan, bilinçsizce yapıyordum bunu. bilinçte bir boyutta sorumsuz babamla, erkeklere olan öfkemle boğuşuyordum.
ruhum derinlerde babasına olan özlemi ve onu iyileştirme çabasıyla yanıp tutuşuyordu.
içimdeki eril güce bakmaya başladığımda "aaaa, aynı bu geçen sefer giden adam yahu!" diye bir çığlık attım. kendi içimdeki erkeğe tıpatıp benzeyen adamları buluşum kendi içimdeki erkeğin babamı kopyalayışı, hayatımdaki adamların bana beni, eril yanımı aynalayışı.
ilk zaman kabul etmesi zor tabii. sorumsuz, güçsüz, dirayetsiz bu adamlar suçluydu hep, eksiklerdi, yanlışlardı.
şimdi eksik, yanlış, suçlu kalmadı birdenbire sert duvara çarpıp oturuverdim popomun üstüne.
bir hırsla yerimden fırlayıp yeniden suçlamak, saldırmak istedim, tam o anda zınk diye durdurdu birşey. karşımda sağlam durmayı başaramayan adam babamdı ama peki onu hoşgöremeyen, bağırıp çemkiren, itip çeken kimdi? bildiniz, annem. içimdeki dişi annemi kopyalıyordu.
annem de elbet bunları keyfinden yapmıyordu, o da bilinçsizce kendi anne-baba yaralarını taşıyor, onlar tarafından yönetiliyordu.
yaralı anne - baba figürlerimi anlamaya başladığımda, bir adamın hemşiresi olmamayı, onu kurtarmaya çalışmamayı, hırçın kısraklar gibi kaçmaya meyilli olmamayı ve kaçmaya yeminli deli adamların peşinde koşmamayı, bana ihtiyaçlarımı vermeye gönlü, gücü olmayan adamın yakasını paçasını çekiştirip durmamayı, kimsenin haddimi aşan ihtiyaçlarını karşılama, annelik etme çabalarına girmemeyi, kimseden annem-babam olmasını beklememeyi öğrendim. kıskançlıklarımın, öfkelerimin, her türlü acımın annem babamla ilişkimle ilgili olduğunu öğrendim. elbet hala az meyilli yanlarım var, ama farkındayım ve kendimi durdurabiliyorum :)
içimde babamı ve annemi nasıl kopyaladığımı anladıktan sonra sıra .ıç üstü oturtmaktan da beter eden daha da derindeki daha da acıtan asıl travmayı farketmeye gelmişti. "anne yarası."
anne yarası, erken dönem bağlanma ihtiyacımızla ilgili.
bir çoğumuzun artık çok iyi bildiği, insan bebeğinin prematüre doğumu nedeniyle özellikle hayatının ilk 2 yılında hayatta kalması için birilerine muhtaç oluşu ile ilgili. hayatın güvenilir, tadı çıkarılabilir, dost, sevgi dolu, sevinçle karşılayan, olduğum halimle kabul edip seven, öpen, koklayan, besleyen, beni başaçıkılması zor bir sorun gibi görmeyen bir yer olduğuna inanmam ve güvenmem için özellikle ilk iki yıl sıcacık, sevgiyle, neşeyle sarılıp sarmalanmış, yemek, korunmak, güvende ve sevilir hissetmek için her türlü ihtiyacım beni ağlatmadan, zorlamadan, yalnız bırakmadan, terketmeden karşılanmış olmasına ihtiyacım oluşu ile ilgili.
çocuklar anneleriyle rahimde başlayan birlik hallerinden güvenle ayrılmayı dünyaya geldikten epey bir zaman sonra yavaş yavaş başarabiliyorlar. bu sırada anne oradaysa, sağlam ve sağlıklıysa bu anne bağından ayrılma süreci mümkün olduğunca az travmayla, sevgiyle, şefkatle atlatılabiliyor.
inanıyoruz ki tüm anneler, babalar, bakım verenler ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. yapmamış görünenler bile ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. ve hepimiz sıradan insanların çocuklarıyız ve hayat türlü çeşit oyunla dolu ve bazı şeyler bazen anne-babasını erken kaybetmemiş olanlar için bile biraz ters gidebiliyor.
belki kendisi de yeterince tatmin hissedemeden büyümüş anne bedeni, titrek sinir sistemi nedeniyle çocuğu güvensiz hissettirmeye devam edebiliyor.
bazen anne-baba arasındaki güvensizlikler, gerginlikler, hayal kırıklıkları bebeğe yansıyor.
bazen her şey mükemmelken bile aile sisteminde görülmeden taşınan bazı yükler çocukları etkiliyor.
işte bunları öğrendikten sonra, artık kendimi ne zaman birinden sevgi ilgi beklerken, tatminsiz, eksik, hatalı, ihtiyaçlı (bunlardan herhangi biri ya da fazlası) hissetsem durup annemden yeterince aldığımı, alamadığım kısmını kendim dolduracağımı kendime hatırlatmam gerekiyor. elbette sevgili kucağı sıcacık ve dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş ama işin temelinde biliyoruz ki ana gibi yar olmaz. ve biliyoruz ki her türlü ilişkide asıl ihtiyacımız, aradığımız annesinin sıcak memesini arayan o minik çocuğun tatmin olma isteği.
anlattıklarıma az çok aşina iseniz babanıza güçsüz, dirayetsiz, annenize çemkiren iten çeken, bakım verenlerinize yetersiz, hepinize tatminsiz demiş olmak istemem, yanlış anlamayınız, kişisel almayınız. sadece böyle hisseden bir parçanız var ise, bazen kendinizi bu hallerde bulmuş iseniz içimizdeki vahşilerden birinin aslında travmalı bir çocuk olduğunu farkedebilirsiniz.
yaşadığımız topraklarda, geçmişte çok insan törelerle, savaşlarla, zorlu yaşam koşullarıyla kurban olmuş, ölmüş, öldürmüş, yaralamış, yaralanmış, sürülmüş, göç etmiş, çocuklarını, ailelerini kaybetmiş, korkularla, çaresizliklerle donanmışlar ve insanlar yetersiz, beceriksiz, ya da tam tersi güçlü(?), her işi kendi yapan, ama ötekinden şikayet eden fedakarlar haline gelmiştir ve kollektif bilinçten hepimiz payımızı az çok almışızdır.
neyse, içimdeki vahşilerden biri sandığım, burada ikincisi diye anlatmaya başladığım, aslında travmalı küçük çocuğum büyük oranda iyileşti.
yetişkin tarafım onu sarıp sarmalamayı öğrendi.
kısaca özetlediğim kadar kolay değil tabii ki, konu sonsuz sınırsız. bu yazı sadece bir farkındalık yaratmak için yazıldı. aşağıda vereceğim linkte "anne yarası" anlatılmış, içimizdeki travmalı kız çocuğunu "vahşi kadın" zannetmeye devam etmemek için bu konuyla ilgilenmeyi yürekten tavsiye ediyorum. sağlıklı "vahşi kadın"ı keşfime dair de bir ara yazarım vakit bulunca, şimdilik huzur sizinle olsun :)
Alıntılar
* Nazım Hikmet Ran - Saman Sarısı
** Peg Streep - Mean Mothers
https://www.psychologytoday.com/blog/tech-support/201304/daughters-unloving-mothers-7-common-wounds
bu yazı, Ebrar Güldemler tarafından türkçeleştirilmiş ve linki burada
http://blogcuanne.com/2017/01/22/annelerinden-sevgi-gormeyen-kiz-cocuklarinin-yaralari/
*** Edip Cansever - Çoğullama
19 Ocak 2017 Perşembe
Kadın Olmanın Muhteşemliği-1
Başlığın muhteşemliğine aldanmayın. Okuması, sindirmesi zor olabilir
bir yazı dizisi bu.
Kendini anlamaya niyetli, tutunduğu kalıpları bırakmaya
gönüllü, ben dediği kavramı sarsacak değişime cesaretli kadınlar için ip uçları
ve biraz daha fazlasını içerir.
Sevdiğim, fikrini, zekasını, kalbini beğendiğim bir kadından
taşan sorularla kıvılcımlanan bu yazıda, çok fazla soruya cevap arıyoruz.
Kadınlığımı hissetmeye ne zaman başladım, kadınlık algısının
içinde önceleri nasıl kayboldum, erkeklerle, kendimle ve hayatla nasıl da
şefkatsiz ve mücadele halindeydim?
Nasıl karşımdakini değiştirmeye çalışmadan, kendime de ona
da şefkat ve sevgi beslemeyi öğrenerek (öğrendim mi?) değiştim, ilişkinin
içinde rahatladım?
Tatmin hissediyor muyum? Tamamlandım mı? Bu soruların sonu
var mı?
Uzun, derin, renkli, fırtınalı bir yolculuk olabilir,
eğlenceli de olabilir, haydi tramola!*
Kadın olmaya dair ilk algım ne zaman başladı bilmiyorum,
epey geçti. 14 yaşımdayken anneannem dedemin ona gizlice koltuk altımdaki
tüyleri almam için beni uyarmasını istediğini söylediğinde bu durumu pek
ciddiye almadığımı hatırlıyorum. Annem ve babam bu konularda epey rahatlardı ve
ben Türkiye şartlarında çok şanslı bir kızdım. Dedem de rahattı aslında, sadece
hala sokakta oynadığım için ve bana sokakta rastladığında diğer insanların ne
düşüneceğini dert etmiş sanırım o gün için, sonrasında bu konu unutuldu gitti. Taa
ki kıllarımdan rahatsız olan bir sevgili neden onları almadığımı ima edinceye
kadar ben bu durumla pek yüzleşmedim. Yüzleştiğimde benimle ilişkisini kıl tüy
düzeyine indiren sevgiliyi bıraktım.
Bu yazıyı kıldan tüyden bir konuyla başlatmak niyetim yoktu
aslında lakin kadınlık dediğimiz şey öyle kapsamlı ve engin ki her yerden
baskılanarak, asıl içsel enerjimizle bağ kurmamızı sağlayacak gücümüz böyle en
basit kıl-tüy halleriyle dahi nasıl da baskılanıyor, yazının dümeni
kendiliğinden buraya kaydı, görünsün istedim.
Konu çok geniş olduğu için buradan sonrasını sorular ve
bendeki cevapları okuyarak ilerleyeceğiz seyrimize.
İlk sorumuz:
- İçimde uyanan vahşi kadından korkuyorum. Sanki hiç kimse
(ben ve bir partner) onunla başedemeyecekmiş gibi. Bazen kimseyle tatmin
olamayacakmış gibi hissediyorum. Sizler bu uyanışlarınızla nasıl bir
ilişkidesiniz? Bu soru sizlerde bir ifade buluyor mu?
-bu soru bende ve biliyorum ki çok kadında ifade buluyor. Cevabıma “içimdeki vahşi”leri tanıtarak başlayacağım. Kolay değil
çünkü içimde birden fazla vahşi var.
Bir tanesi ağaç tepelerinde büyümüş bir kız. Mahallede koşup
oynayarak, birdirbirde uzun boylu erkek çocuklarının üzerinden atlayarak büyümüş
bir kız olarak doğallığı, anda kalmayı ve yaşam coşkumu çoğunlukla canlı
tuttum. Babamı kaybettikten sonra yaşadığım ağır depresyonla geçen 20 li
yaşlarımda dahi kendi içimdeki enerjiyi korudum.
bu enerji aslında cinsel enerjidir, tantraya göre her türlü enerji cinsel
enerjidir, çünkü biz bu enerjiden varolduk. Enerjinizi ister sevişerek, ister
dövüşerek, çalışarak, yaratarak, mücadele ederek, çocuk büyüterek, sanat
yaparak, dans ederek ya da coşkuyla şarkı söyleyerek harcayabilirsiniz. Ben yogayla
tanışana kadar koşar, dans eder ve sevişirdim. Yogadan ve aktif meditasyonlardan
sonra koşmayı bıraktım, diğerlerine tam gaz devam ediyorum. Bir de yüzmeyi
ekledim artık bunlara. Bu vahşiden korkmama gerek yok çünkü o çocukluğumdan
beri benimle ve onu çok iyi tanıyorum. Neye ihtiyacı olduğunu biliyorum ve
veriyorum o da bana coşku ve yaşam sevinci veriyor. Sizinki de oralarda biryerlerde elbette, hepimizde var çünkü.
Zihni bedeninden fazla çalışmak zorunda kalan kadınlarda bu
vahşinin enerji boşaltımı ihtiyacının korkulara ve kaygılara neden olduğunu
görüyorum ve alışık olmayan bünyeleri başlangıçta zorluyorsa da çözümü kolay. Hareket edin! kontrolsüzce ve disiplinsizce aşırı hareket edin.
Bazen müziğin sesini sonuna kadar açıp avaz avaz bağırarak
dans edin, bazen tükenene kadar yüzün, koşun. Terden ölün, bayılacağım
zannettiğiniz ana kadar titretin bacaklarınızı ve sonra kendinizi sırt üstü
yere bırakın. Bunun ne büyük bir orgazm olduğunu ancak tüm gücünüzü vererek
yaptığınızda anlayacak, tadını alacak ve hep yapmak isteyeceksiniz J Bu hareketleri
yaparken, coşkuyu hissederken kendinizi kötü hissediyorsanız lütfen bir travma
terapistiyle çalışın. Çünkü bedenin normal coşkusunu yaşaması aslında
korkulacak bir şey değildir, kendinizi bu yaşamdan mahrum bırakmayın.
Hareket etmek kendi başınıza yapabileceğiniz bir aktivite ve
bununla bu vahşinin enerjisini ihtiyacı olan potansiyelde ona yaşatmak sizin
elinizde.
bunun yanı sıra elbette bedenin tek başına karşılamayı her zaman tercih etmeyeceği
ihtiyacları da var ve eğer bu ihtiyaca tam olarak cevap ver(e)meyen bir
partneriniz varsa onu da sağlığına, cinsel gücüne dikkat etmeye ve harekete
davet edin.
İşte burası çoğumuzun tıkandığı yer. Bir erkeğe cinsel gücünün
beni tatmin etmediğini ima etmem hem çok zor hem de böyle bir tavır karşımdakinde
bir reddediş, kabullenmeme yaratmasa bile en iyi ihtimalle bu adam onu olduğu haliyle
sevemediğim, değiştirmek istediğim için bana küser, kırılır.
Küsmüş ve kırılmış bir eril güç ise ihtiyacım olan şey
değildir elbette. Burada bir kazan-kazan durumu yaratmak gerçekten zordur.
ilişkilerin kırılma noktaları böyle anlardadır.
Bu eşikten güçlenerek ve çok daha derinleşerek çıkmak çok
şefkatle, çok hassas yaklaşarak mümkün olabilir. Öncelikle karşımdakinden bir
konuda değişmesini talep ederken, bu talebin alt metninde ona onu olduğu
haliyle sevemediğimi söylediğimin bilincinde olmalıyım ki ne kadar
kırılabileceğini ve sonrasında bunun onun değişme gücünü elinden alıp
almadığımı hassasiyetle gözlemlemeye hazır olmalıyım. Değişmeye istekli mi? Bunun
için kendisini yeterince desteklenmiş hissediyor mu?
Bu değişimi kabul
ediyorsa, bunun için atacağı adımlarda benim yardımıma ihtiyacı var mı, benden
nasıl bir destek istiyor? Belki sadece sabırla ve sakince beklememdir ihtiyacı
olan.
Değişimler zordur ve zaman alır. Beklemeye, destek olmaya niyetli miyim? beklerken
bu arada içimdeki patlayan coşku dolu vahşinin ihtiyacını kendi kendime
karşılamam gerekli. Buna razı mıyım?
Birlikte büyüyebilen derinleşebilen ilişkilerde insanlar
birbirlerine kendileri için asıl önemli olan ihtiyaçlarını dürüstçe söyler, bazen
bunu hayallerindeki kadar tatmin edemeyeceğini, partnerinin sınırlarını,
kapasitesini görüp kabul eder ya da kendi yollarına devam ederler. Başka seçenekler
şikayet etmeye devam etmek ya da görmezden gelmektir ki kimseye faydası olmaz, yaralayıcı ve yıpratıcı
olur. Eninde sonunda patlar. İlişki yürür belki ama biri hasta olur.
Değişmek istemeyen sevgiliyi değişmeye zorlamak kabul etmesi
zor ama saygısızca bir tavır. bir konuda değişmesi için inat ettiğim bir eski sevgili "diktatörce" bulmuştu bu tavrımı.
İstediğimi elde etmek için karşımdakinin halini eleştirmem ikimize de bir şey kazandırmayacaksa onunla değişmesi için çekişip durmak yerine kendim değiştiğimi ve artık arayışımın başka başka şeyler olduğunu kabullenip bu hayatta aslında hepimizin yalnız olduğuyla yüzleşmem gerekir.
İstediğimi elde etmek için karşımdakinin halini eleştirmem ikimize de bir şey kazandırmayacaksa onunla değişmesi için çekişip durmak yerine kendim değiştiğimi ve artık arayışımın başka başka şeyler olduğunu kabullenip bu hayatta aslında hepimizin yalnız olduğuyla yüzleşmem gerekir.
Birinci vahşimin macerasına az çok tanık olduk.
İkinci vahşim hırçın, kızgın, öfke ve yaralarla dolu,
tatminsiz, karanlık, saldırgan bir deli.
Onun sayesinde bugün bir danışman oldum. Onun hikayesi
2.yazıya. yazının devamını beklerken darbukalı güzel müzikler çalıp dans etmeyi
ve hayatla ve her şeyle flört etmeyi unutmayın.
Bunları yaparken utancınızla da tanışacaksınız ve utanç bu
yazı dizisinin biryerlerinde konuşacağımız, çoğumuzun prangası. O orada
dursun, siz devam etmeyi, kutlamayı ve kutsamayı bırakmayın.
yazı uzun, hayat karmaşık ve güzel. Kadın erkek hepimize
kolay gelsin. Her birimize tüm sevgimle.
Fulya Nanba.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)